ALİ ÇANKIRILI
Nasıl Yaklaşmalıyız?
Geçenlerde özel bir okulun öğretmenler toplantısına katıldım. Başarının artırılması için neler yapılması gerektiğini tartışıyorlardı. Bazı arkadaşlar disiplinsiz, sorumsuz ve tembel öğrencilerin okulla ilişkilerinin kesilmesi yönünde görüş bildirdiler. Gerekçe olarak bu öğrencilerin devamlı yalan söylediğini, sigara alışkanlıkları olduğunu, ders çalışmadıklarını, söz verdikleri halde bozuk davranışlar sergilemeye devam ettiklerini, diğer öğrencilere kötü örnek olduklarını ifade ettiler. Söz sırası bana geldiğinde dedim ki: “Arkadaşlar, biz eğitimciyiz. Öğrencilerimizin davranış bozukluklarına polis mantığı ile yaklaşmamız doğru değil. Kriminoloji (suç bilimi) açısından ‘Suç işleyen cezasını görmelidir’ mantığı doğru olabilir. Biz eğitimciyiz, öğrenci problemlerini bu yaklaşımla çözemeyiz. Bir öğrencim bana yalan söylediği zaman, onu suçlamam. Kendime, ‘Bu çocuk bana neden yalan söylüyor? Onu doğru söylemekten alıkoyan nedir? Neden bana güvenmiyor?’ sorularını sorarım. Nerede yanlış yaptığımı, neden bu çocukla sağlıklı bir iletişim kuramadığımı araştırırım. Yalan söyleyen öğrenciye ceza vermekle, arkadaşları önünde küçük düşürmekle, disiplin kuruluna vermekle problemi çözmüş olmam.”
Okullarda öğrenci problemlerini çözmenin en ideal yolu rehberlik servisini çalıştırmaktır. Çoğu okullarımızda rehberlik ve psikolojik danışmanlık servisi yoktur. Rehberlik hizmetini sınıf öğretmenleri yürütür. Okul yöneticileri rehberlik servisini lüks saydıkları için eğitim fakültelerinin rehberlik bölümünden mezun olan öğretmenler iş bulmakta zorlanıyorlar. Okul yöneticileri rehberlik servisinin gereğine inanmadıkları sürece öğrenci problemlerini çözmek mümkün değildir. Kendileriyle görüştüğümüz rehber öğretmenler, mesleklerine yeterince değer verilmediğini. psikolojik danışmanlıktan başka her işe baktıklarını, sekreter gibi görev yaptıklarını söylüyorlar. Onları dinleyince rahmetli Prof. Mümtaz Turhan hocamızın bir tesbiti aklıma geldi. O derdi ki: “Avrupalı gibi giyiniyoruz, Avrupalı gibi eğleniyoruz, Avrupalı gibi tüketiyoruz; ancak Avrupalı gibi düşünemiyoruz. Avrupalı gibi düşünmeyince, Avrupalı gibi üretemiyoruz, Avrupalı gibi buluş yapamıyoruz, taklitçi ve tüketici kalabalıklar olmanın ötesine geçemiyoruz.”
Okuma tembeli bir milletiz. Gazete ve televizyon kültürüyle yetiniyoruz. Öğretmenlerimiz bile kendilerini geliştirecek meslekî yayınları takip etmiyorlar. Yeni öğretim metodlarından haberleri yok. Eski alışkanlıklarını devam ettiriyorlar. Ders kitabının dışına çıkmıyorlar. Ev ödevleriyle çocukları bunaltıyorlar.
Anne Babalar Çocuklarını Tanımıyorlar
Eğitimcilerimiz okuma tembeli olunca, anne babaların okuma tembeli olması gayet normal. Çocuk psikolojisi bilmeyen anne babalar, çocuklarına nasıl yaklaşacaklarını, nasıl diyalog kuracaklarını bilmiyorlar. Çocuklar aileden çok medyanın, arkadaş grubunun ve eğlence sektörünün tesiri altındadır. Linda ve Richard Eyre’ın yazdığı bir kitabın kapağında bir düşünüre ait şu sözler yer almaktadır: “Çoğu aileler çocuklarıyla iletişim kuramazlar, onlar sadece monolog yaparak vakit geçirirler.” Nedir monolog? Tek taraflı yaklaşım. Anne baba anlatır, çocuk dinler: “Sen adam olmazsın. Utanmadan bir de yalan söylüyorsun. Ne zaman ders çalışmaya başlayacaksın?” Anne babalar, bu suçlayıcı yaklaşımlarla çocuklarıyla kendi aralarında aşılması zor kalın bir duvar örerler.
Çocuklarımıza yeterince zaman ayırmıyoruz. Onları dinlemiyoruz. Endişelerini, korkularını, sevinçlerini paylaşmıyoruz. Gece gündüz koşuşturmaktan, geçim kaygısından onlara ayıracak vakit bulamıyoruz. Neymiş efendim, onlar için çalışıyormuşuz, yemeyip yediriyor, giymeyip giydiriyormuşuz. Hayır, çocuklarımızın bizden istediği bu değil. Onları iyi bir okula göndermek, maddî ihtiyaçlarını karşılamak zaten bizim görevimiz. Çocuklarımız bizden sevgi, anlayış, ilgi bekliyorlar. Herşeye rağmen onlara değer vermemizi, adam yerine koymamızı, duygularını paylaşmamızı istiyorlar. Bunlar çocukların vazgeçemeyeceği ruhsal ihtiyaçlardır. Ancak ruhsal ihtiyaçları karşılanan çocuklar kendilerini güvende hissederler.
Rekabetçi bir dünyada yaşıyoruz. Zayıfa hayat hakkı yok. Yönetim ve ekonomi güçlülerin elinde. Üniversite ve iş imkânlarının kısıtlı olduğu ülkemizde gençler geleceklerinden emin değiller. Önlerine ulaşılması zor hedefler koyuyoruz. Ellerinden geleni yapıp yapmadıklarına bakmaksızın onlardan en iyisini istiyoruz. Çoğu bu kıyasıya yarıştan yorgun düşüyor, yarıştan çekiliyor, ruhsal bunalımlar geçiriyor. Karne intiharlarını duymayanımız yoktur. Çocuk neden canına kıyar? Çünkü anne ve babasının beklediği böyle bir karne değildir. Bu karne ile eve gittiğinde suçlanacak, aşağılanacak ve ceza görecektir.
Öğrencilerin çoğu, notlarını anne babalarına söylemezler veya gerçekte aldıklarından daha yüksek notlar söylerler. Yalanları ortaya çıkacağı için de veli toplantılarından nefret ederler. Sınavdan korkmayan öğrenci yoktur. Korkunun sebebi zayıf almak değil, anne babanın ve öğretmenin beklentisine cevap verememektir.
Danışmanlık yaptığım özel okul, geçen hafta yeni alacağı öğrencilere bir genel sınav uyguladı. Sınavdan geçer not alan öğrenciler okula kayıt yaptırmaya hak kazanacaklar. Bir öğrenci velisi aradı, çocuğunun sınava katılıp katılmadığını sordu. Listeye baktık, çocuk sınava girmemiş. Veli bunu duyunca çok kızdı: “Nasıl olur,” dedi, “ben onu sınava gönderdim?” İşte size tipik bir öğrenci problemi. Sebebi çok basit: Çocuk, geçer not alamayacağı ve anne babasının beklentisine cevap veremeyeceği korkusuyla sınava katılmamış.
Kendileriyle görüştüğümüz çok az anne baba çocuklarından memnun. Daha “Nasılsınız?” demeden başlarlar yakınmaya: “Sorma hocam, notlar iyi değil. Aslında zeki bir çocuk, çalışsa yapar, ama çalışmıyor. Sorumluluk yok. Sıkıştığında yalan söylüyor. İyi arkadaş seçemiyor. Ne söylesek kızıyor. İki dakika oturup konuşamıyoruz. Biz böyle değildik. Nesil gittikçe bozuluyor. Bize bir akıl ver, ne yapmamız gerekiyor?”
Neslin bozulduğu tezi doğru değil. Anne baba ile çocuklar arasında iletişim kopukluğu var. Ailede problemli yetişen çocuklar okulda da problem yaşıyorlar. Anne babalar, yaptıkları yanlışların farkında olmadıkları için, problemin okuldan kaynaklandığını zannediyorlar. Çocuğun yaratılıştan zeki olması başarıyı garantilemez. Aile içinde kazanılan duygusal zekâ da en az genetik (yaratılıştan gelen) zekâ kadar önemlidir. Duygusal zekâ, ancak sevilen, değer verilen ve destek gören çocuklarda gelişir.
Çocuğun temel eğitim kurumu ailedir. Ailenin veremediklerini ve ihmal ettiklerini okul veremez. Öğrenci problemleri ancak okul ve aile işbirliği ile çözülebilir.
alicankirili@hotmail.com
Kardeş Kardeşi Kıskanırmı?
Ali Çankırılı
KARDEŞ KISKANÇLIĞI İNSANLIK TARİHİ KADAR ESKİDİR
İnsanlık tarihinde ilk cinayetin kardeş kıskançlığı yüzünden işlenmesi bu konuyu ciddiye almamızı gerektiriyor. Kabil, babası tarafından sevilen kardeşi Habil’i o kadar kıskanır ki, kıskançlık ateşini ancak onu öldürerek söndürmeye çalışır. Hz. Yusuf’un kardeşleri de kıskançlık duygusuna yenik düşerler, gezmeye çıkarma bahanesiyle götürüp onu evlerinden uzak bir kuyuya atarlar.
Anne babaların üstesinden gelmekte zorlandıkları eğitim problemlerinin başında kardeş kıskançlığı geliyor. Kutsal kitaplar, peygamber çocuklarının bile kardeş kıskançlığına yenik düştüklerini haber vererek, bizi bu konuda uyarıyor.
Kardeş kıskançlığının önüne geçemediklerinden yakınan ve bizden yardım isteyen anne babalara soruyorum: “Kıskançlık kötü bir duygu mudur?” Hemen hepsi, “Evet, kötü bir duygudur” diyorlar. Eğer siz de aynı fikirde iseniz, bu makale sizin için yazılmış demektir.
Materyalist felsefelerin tesirinde kalan sosyal bilimciler ve insan kaynağı uzmanları, yakın zamana kadar, zeka ölçen IQ (Intelligence Quantity) testlerini deneyerek üstün insanı keşfetmeye çalışmışlardır. Ancak gözlem ve deneye dayanan araştırmalar yüksek entelektüel zeka katsayısının kişiyi içinde yaşadığı topluma ve kendisine faydası dokunan, dürüst, faziletli, yüce bir insan yapmaya yetmediğini ortaya çıkarmıştır. Nöroanatomi ve sosyal psikoloji uzmanlarının geliştirdiği yeni anlayışa göre, insanı değerlendirmede entelektüel zeka ölçeği tek başına yeterli değildir. Duygusal Zeka (Emotional Quantity) ve Ruhsal Zeka (Psychic Quantity) ölçeklerinin de kullanılması gerekir. İnsanı diğer yaratıklardan üstün kılan sahip olduğu ruh ve duygu zenginliğidir. Duygunun iyisi ve kötüsü yoktur; insanın gelişmesi ve olgunlaşması için bütün duygular gereklidir. Kötü duygu yoktur, iyiye yönlendirilememiş duygu vardır.
“İYİ ÇOCUKLAR ANNEYE KIZMAZ”
Bazı eğitimciler insana doğuşta verilen duyguları iyi ve kötü olmak üzere iki gruba ayırırlar. Onlara göre, eğitimcinin görevi kötü duyguların yerine iyi duyguları yerleştirmektir. Çoğu anne baba da aynı kanaattedir. Çocuk eğitimine bu anlayışla yaklaştığımız zaman kötü olarak adlandırdığımız duyguları kınama, yasaklama ve inkâr yolunu seçiyoruz. Bu duyguları ifade eden çocuklarımıza, aynı ifadeleri tekrar etmemeleri için baskı uyguluyoruz. Herhangi bir sebeple annesine kızan bir çocuğa, “Ne kadar ayıp, insan anneye kızar mı! İyi çocuklar anneye kızmaz,” diyoruz. Eğer bir anne haksız yere çocuğunu cezalandırmış veya söz verdiği halde sözünü yerine getirmemiş ise, çocuğun kızarak bu davranışı protesto etmesi kadar normal birşey var mıdır? Çocuğun haklı öfkesini bastırmaya hakkımız yoktur.
Konumuz olan kıskançlık duygusu da insanın gelişmesi için gereklidir. Bizden üstün olan insanları kıskanarak onların seviyesine yetişmek için var gücümüzle çalışırız. Çocuk için de durum aynıdır. Daha önce kendisine ait olan anne ve baba sevgisinin kardeşe yöneldiğini zanneder. Kıskandığı kardeşinden daha üstün olmaya gayret eder, böylece anne babanın kardeşe yönelen sevgi ve takdirini tekrar kendi tarafına çekmeye çalışır. Eğer çocuğun fıtrî olan kıskançlık duygusunu ifade etmesine izin vermez, kınama ve ayıplama yoluna gidersek kendisini suçlu hissetmesine yol açmış oluruz. Bu durumda çocuk, “Kıskanma kötü bir duygu ise, ben kötü bir çocuğum; çünkü kardeşimi kıskanıyorum” şeklinde bir kanaat geliştirecektir. Kendisini kötü hisseden bir çocuk, kardeşine iyi davranmayı düşünmeyecek, ona karşı düşmanca duygular besleyecektir.
KARDEŞ KISKANÇLIĞININ
BELİRTİLERİNE DİKKAT
Kardeşini kıskanmayan çocuk yoktur. Eğer bu gerçeği bilirsek, kardeş kıskançlığını önlemek için göstereceğimiz tüm çabaların boşa gideceğini ve kıskançlığı körüklemekten başka bir işe yaramayacağını da anlamış oluruz. Annenin hamile olduğunu fark ettiği veya bir kardeşinin doğacağını duyduğu andan itibaren çocuğun içinde kıskançlık tohumları filiz vermeye başlar. Doğum yaklaştıkça annenin yükü artar, yorgunluk ve halsizlik belirtileri başgösterir. Çocuğunu kucağına alamaz, eskisi kadar ona zaman ayıramaz. Bebek için iç çamaşırı, kundak, elbise ve yatak takımı gibi ihtiyaçlar satın alınmakta, hazırlıklar devam etmektedir. Bütün bu gelişmeler ve kendisine gösterilen ilginin azalması çocuğu derinden sarsar. Kafası sormaya korktuğu sorularla ve şüphelerle dolar. Annesinin sevgisini denemek için olmadık isteklerde bulunur, huysuzlaşır, mızmızlanır, ağlar. Bu sınamalar karşısında anne memnuniyetsizlik gösterdikçe çocuğun huzursuzluğu artar. Asıl fırtına ise, anne kucağında bir bebekle eve döndüğünde kopacaktır.
Bazı anne babalar, çocuğun doğacak kardeşine karşı kıskançlığını en aza indirmek için aşırı bir ilgi ve sevgi gösterişine girer. “Sen her zaman bizim biricik çocuğumuz olarak kalacaksın, sana olan sevgimiz hiçbir zaman azalmayacak” derler. Yeni hediyeler alırlar; ayrı odada yatıyor ise kendi yatak odalarına alır, aralarında yatırırlar. Bütün bu yapay çabalara gerek yoktur, çünkü bir işe de yaramaz, aksine çocuğun şüphelerini artırır.
Bir çocuk yeni doğan kardeşine karşı aşırı sevgi tezahürleri sergiliyor ise, kesinlikle rol yapıyordur ve bunun sebebi de anne babadır. Çünkü anne baba ona iyi çocukların kardeşini kıskanmaması ve sevmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çocuk anne babasını memnun etmek için kıskandığı halde kıskanmamış gibi davranarak gerçeklerden kaçmakta, kaçış mekanizması olarak kıskançlığını sevgi ile yücelterek inkâr yolunu seçmektedir. “Ne cici, ne tatlı bir bebek değil mi anne? Aman dikkat et, öyle tutma, kardeşimi düşürürsün!” diyerek kardeşini seven ve koruyan bir rol takınır. Ancak çocuk zamanla, yine anne babanın davranışlarına bağlı olarak, bu kaçış mekanizmasının işe yaramadığını görecek; bastırdığı kıskançlık duygusu bütün şiddetiyle davranış bozukluğu olarak ortaya çıkacaktır.
Davranış bozukluğu olarak ortaya çıkan kardeş kıskançlığını anne babaların teşhis etmesi kolay değildir. ‘Mutlu çağa dönüş arzusu’ adını verdiğimiz davranış bozukluğu en sık görülen kardeş kıskançlığı belirtilerindendir. Düzgün konuşan üç-dört yaşlarındaki bir çocuk birdenbire bebeksi konuşmaya başlar. Büyük ve küçük tuvalet ihtiyacını haber verdiği, hatta kendi başına giderebildiği halde altını ıslatmaya başlar. Uyku bozuklukları ve iştahta azalma başgösterir.
Anne baba ortaya çıkan huysuzluklar, yaramazlıklar, bebeğin canını acıtmalar ve davranış bozuklukları karşısında sert tavır alır, ceza yoluna başvurursa; ortaya yeni ve daha ciddi davranış bozuklukları çıkacaktır.
KARDEŞ KISKANÇLIĞI İLE
NASIL BAŞA ÇIKACAĞIZ?
Davranış ve sözlerimizle çocuğun kıskançlık duygusunu empati ile karşılayacağız, yani kendimizi onun yerine koyarak anlayış göstereceğiz. O zaman çocuk kıskanma duygusunun kötü birşey olmadığını düşünüp rahatlayacak, suçluluk kompleksine kapılmayacaktır. Kardeşinin ağlamalarına sinirlendiğini ve onu sevmediğini söyleyen bir çocuğa annesi şöyle yaklaşabilir: “Demek kardeşinin ağlamalarına kızıyorsun? Doğrusu arasıra ben de kızıyorum, özellikle geceleri ağlayarak beni uykudan uyandırdığı zaman. Ancak ben onun annesiyim ve ona bakmak zorundayım. Sen de küçükken böyle ağlıyordun ve ben sana da annelik görevimi yapıyordum. Bazen birilerine kızmamız onu sevmediğimiz anlamına gelmez.” Çocuk annenin bu anlayışlı yaklaşımı karşısında sevmek kadar kızmanın da normal olduğunu öğrenecek, duygularını inkâr ve bastırmak yerine tanıma fırsatı bulacaktır.
Kardeş anlaşmazlıkları ve kavgaları da anne babaları zor durumda bırakan bir eğitim problemidir. Anne babalar genellikle küçüğü korumak, büyükten anlayış göstermesini istemek gibi yanlış bir yaklaşımda bulunurlar. Küçük de bunu kullanarak en ufak bir anlaşmazlıkta basar çığlığı: “Anne, ağabeyim (veya ablam) bana vurdu!” Anne de oyuna gelerek büyüğe bağırır: “Sana kaç defa kardeşine vurma dedim. Büyüksün, biraz anlayış göster!” Genellikle küçük çocuk büyükle yarış hâlindedir, onun buyruğu altına girmek istemez. Büyüğe güç yetiremediğinde ezilmişlik rolü oynayarak anne veya babayı yardıma çağırır. Destek bulduğu zaman kavgayı kızıştırmaktan geri durmaz. Kendi yaptığı haksızlıklarla kavgayı başlattığını söylemez, büyüğün yaptıklarını sayarak duygu sömürüsü yapar. Anne babalar bu oyuna gelmemeli, çok ileri gitmedikleri sürece kardeş kavgalarına karışmamalıdır. Anne ve babanın arka çıkmadığını gören haksız taraf diğeri ile anlaşma yoluna gider. Kimi anne babalar kavgada haksız tarafı bulmak ve âdil davranmak için mahkeme kurar. “Önce sen anlat bakalım, kavga nasıl başladı?” Daha biri anlatmaya başlar başlamaz diğeri lafa karışarak savunmaya geçer, derken bir ağız dalaşı sürer gider. Baba veya anne de kızarak her ikisine birden ceza verir. Tabiî, bu da çözüm getirmez, çünkü bir taraf hak etmediği halde ceza alarak haksızlığa uğramıştır.
KİMSE MÜKEMMEL DEĞİLDİR
Mükemmel bir anne veya baba olmaya çalışmayınız. Mükemmel insan olmadığı gibi, mükemmel anne baba da yoktur. Mükemmel olmaya çalışan insan, yaptığı iyi şeylerden çok, yaptığı hataları görme ve bunlardan pişmanlık duyma eğilimindedir. Çocuğuna kızgınlıkla ceza veren ve sonradan pişman olan çok anne baba vardır. Biraz önce ceza verdiği çocuğunu yanına çağırarak sever, bağrına basar. Bu ikilem karşısında kalan çocuk neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğrenemez.
Çocuklarınızın başarılı, dürüst, faziletli, onurlu, hem kendilerine hem içinde yaşadıkları topluma faydalı birer insan olmasını istiyorsanız, onların her türlü duygu ve düşüncelerini ifade etmelerine; sadece entellektüel zekalarını değil, duygusal ve ruhsal zekalarını da geliştirmelerine izin vermeniz gerekiyor.
Çocuklarımız Neden Başarısız?
Ali Çankırılı
Başarısızlık korkusu
Bir öğretmenimiz anlatıyor: “Faydalı olduğuna inandığım bir yöntemim vardı. Ders anlatırken öğrencilerin dikkatini taze tutmak için rastgele bir öğrenciyi kaldırıp soru soruyordum. Bildiği zaman artı veriyor, bilmediği zaman da eksi veriyordum. Bir müddet sonra artıları ve eksileri topluyor, sözlü notuna dönüştürüyordum. Kaldırdığım öğrenci sorunun cevabını bilemediği zaman, soruyu açık artırmaya çıkarır gibi, “Kim cevap verecek?” diye soruyordum. Bazen çocukları kızıştırmak için, ‘bilene iki artı vereceğim’ diyordum. Bilemeyen yine eksi alıyordu tabii ki.
Bir gün zeki ve başarılı olduğuna inandığım bir öğrencime, ‘Neden sen parmak kaldırmıyorsun? Doğru cevap verip iki artı almak istemiyor musun?” dedim.
–Hayır, istemiyorum, dedi.
–Neden?
–Çünkü bilemezsem eksi alacağım.
Bu cevap bana yöntemimin yanlış olduğunu hatırlatıyordu. En başarılı öğrenci bile yanlış cevap verme korkusu taşıyor; başarısız duruma düşmek istemiyordu.
–Peki, dedim, sen öğretmen olsan ne yaparsın?
Bu soruyu beklemiyor olacak ki; biraz düşündü.
–Ben öğretmen olsam, bilene artı veririm; ama bilemeyene eksi vermem, dedi.
Diğer öğrencilere döndüm:
–Siz ne düşünüyorsunuz? dedim.
Bütün sınıf anlaşmışçasına;
–Biz de arkadaşımız gibi düşünüyoruz, dediler.
–Tamam, dedim, bundan sonra bilemeyene eksi vermeyeceğim.
Öğrencilerin hepsi bu cevabımı ayakta alkışladı.
Artık zevkle ders anlatıyorum. En zayıf öğrenci bile, eksi alma korkusu olmadığı için, sorduğum soruya parmak kaldırıyor.
Her Yerde ve Her Zaman
Başarılı Olamayız
Başarı değerli bir sonuçtur. Her değerli şey gibi, o da kolay ve çabuk elde edilmez. Başarı elde etmek için çok çalışmak ve azimli olmak gerekir. Ancak bilmemiz ve öğrencilerimize anlatmamız gereken bir gerçek daha var: Her insan, sadece okul sıralarında değil, hayatın her alanında başarılı olmak için çalışır. Ancak her çalışma başarı ile sonuçlanacak diye bir kural yoktur. Başarı kadar başarısızlıklar da hayatın gerçeklerindendir. İnsan hayatında başarısızlıkların sayısı başarılardan daha fazladır. Akıllı ve azimli insan, ümitsizliğe yani ‘yapamam’ tuzağına düşmez. ‘Ben de yapabilirim’ der. Başarısızlıklardan aldığı ders ve tecrübe ile işe daha sıkı ve daha dikkatli sarılır. Başarıyı yakalayınca kendine güveni artar. ‘İşte yaptım’ der.
Araştırmalar, en serbest bildiğimiz özel okullarda bile çocukların öğretmenlerden korktuğunu gösteriyor. Öğretmen burada semboldür. Asıl korku, örğretmenin şahsında başarısız olma ve aptal durumuna düşme korkusudur. Bir öğrencinin diğerine yaptığı en büyük hakaret, ona ‘aptal’ demesidir. Aptal! Çocuklar bu utanç verici korkunç kelimeyi acaba nereden öğreniyorlar dersiniz? Tabii ki öğretmenlerden ve anne babalardan. Okulu, ders kitaplarını, ödevleri ve sınavları sevimsiz hale getiren başarısızlık korkusundan başka birşey değildir.
Zaman zaman anne babalara ve öğretmenlere soruyorum: “Siz ödev yapmaktan zevk aldığını söyleyen öğrenci gördünüz mü?” Bugüne kadar “Evet” diyen çıkmadı. Hemen arkasından ekliyorum: “Peki çocuklarımız neden ödev yapmaktan zevk almazlar?” Tahmin edeceğiniz gibi, bu sorum da cevapsız kalıyor.
İsterseniz size de bir soru sorayım: “Çocuklar neden yüksek not alınca sevinirler?” Diyeceksiniz ki; “Başarılı oldukları için.” Hayır, efendim. Aptal durumuna düşmekten, anne babanın ve öğretmenin küçük düşürücü sözlerinden kurtuldukları için sevinirler.
Anne Babalar Çocuklarını Tanımıyorlar
Bize müracaat eden anne babaların büyük çoğunluğu, çocuklarının başarısız olduklarından yakınmakta. “Çocuğum zeki, istese sınıfının birincisi olur; ama sanki bana inat ders çalışmıyor.” diyordu bir anne. “Çocuğumu tanımakta zorluk çekiyorum. Orta okulda her dönem taktir alan oğlum; liseye başlayınca sınıfın en tembeli oldu çıktı. Ders çalışmıyor. Sözümü dinlemiyor. Evden para çalıp atari salonlarına gidiyor.” diyordu bir başka anne. Babalar, anneler, öğretmenler ve aile büyükleri ağız birliği etmişçesine çocuklardan, özellikle gençlerden, şikayetçi: “Efendim, bizim zamanımızda saygı vardı; öğretmenlerimizi görünce kaçacak delik arardık. Büyüklerimize karşılık vermezdik. İmkanlarımız kısıtlıydı. Gaz lambasının ışığında ders çalışırdık. Şimdiki gençler, hem saygısız hem de sorumsuz; ellerindeki imkanların kıymetini bilmiyorlar.”
Bir rehber öğretmen anlatıyor: “Karnelerin dağıtıldığı gün odama gözyaşları içinde bir genç girdi. Elindeki karneyi bana uzatarak; ‘Hocam, şu karneye bakar mısınız?’ dedi. Baktım. İki dersi dört, diğerleri beş ve sadece coğrafyası birdi. Güldüm. ‘Gülme, hocam! dedi; ben bu karneyi eve nasıl götüreceğim?” Genç haklıydı. Bütün derslere kafası çalışıyordu da sadece coğrafyaya mı çalışmıyordu? İşin doğrusu, bu zayıf, çocuğun değildi; öğretmenindi. Genç anlatmaya devam etti: “Hocam, coğrafyacı bana taktı bir kere, ‘Ağzınla kuş tutsan, benden ikiden yukarı not alamazsın!’ diyor. Genci teselli ettim. ‘Üzülme, hocanla görüşürüm.’ dedim. Nitekim coğrafya öğretmeni ile görüştüm; fakat umduğum sonucu alamadım. Arkadaş, gerçekten bu öğrenciye takmıştı. anlattığına göre, olay çok basitti. Öğrenciye bir davranışından dolayı özür dilemesini istemiş; o da “Ben özür dileyecek bir şey yapmadım.” demiş. Bütün mesele, öğretmenin psikoloji bilmemesinden kaynaklanıyordu.”
Rehber öğretmen haklıydı. Coğrafya öğretmeni yanlış meslek seçmişti. Eğitimcilik bilgi, sabır ve fedakarlık isteyen bir iştir. Çoğu gençlerimiz, ideali ve arzusu öğretmenlik olmadığı halde sadece puanı tuttuğu için eğitim fakültelerine kayıt yaptırmaktadır. Bizzat, yakından tanıdığım bir arkadaşımın çocuğu bana itiraf etmişti. “Amca, demişti; yeri boş kalmasın diye son sıraya yazdığım eğitim fakültesine puanım tutmuş. Ne yapayım, boşta kalmamak için kayıt yaptıracağım. Seneye belki bu puanı da alamam.”
Uygulanmakta olan üniversiteye giriş sınavları, adı ne kadar değişirse değişsin (ister ÖSS, ister ÖYS olsun) lise müfredatını referans almaktadır. Bir başka deyişle, üniversiteye giriş sınavlarının temeli sözel ve sayısal bilgiye dayanıyor. Öğretmen yetiştiren eğitim fakülteleri, öğrenci alırken, sözel puana öncelik vermektedir. Benzetmem hoş olmayacak, ama gerçek o ki; papağan bir öğrenci eğitim fakültesine girecek bir puanı kolaylıkla elde edebilir. Diğer bölümlerin durumu da bundan farklı değildir. Neden? Çünkü bütün üniversiteler, birkaç bölüm istisna, giriş sınavında alınan puanlara göre öğrenci seçmektedir. Eğitim fakültelerine kayıt yaptıran öğrencilerden acaba yüzde kaçı gönlünde öğretmen olma arzusu taşıyor? Yüzde kaçı, tercihini yaparken, birinci sıraya eğitim fakültesini yazmıştı? Gerçek bir istatistik çıkarılmış olsaydı, emin olunuz, sorunuzun cevabını hiç de iç açıcı olmayacaktı.
Burada araştırmalarla sabit bir gerçeği dile getirmek zorundayız. Bize gelen başarısız öğrenci vakalarının yüzde yetmişi maalesef öğretmen merkezlidir. Daha açık bir ifadeyle, çocuklarımızın okulda başarısız duruma düşmelerinin birinci sebebi, yanlış meslek seçmiş olan öğretmenlerdir. Eğitime gönül vermiş, işinin ehli öğretmenlerimiz maalesef çok azdır. Öğrencileri okuldan soğutan ve başarısız duruma düşüren ikinci faktör de çağın gerisinde kalan eğitim sistemimizdir.
Eğitimin Temeli Ailede Atılır
Eğitim ailede başladığına göre; anne babalar da en az öğretmenler kadar sorumludur. Eğer çocukta bir yanlışlık varsa; herkesten önce bunun sorumlusu anne ve babadır. Her anne baba, çocuğun hatalı bir davranışını gördüğü zaman, kendi kendine, ‘Ben nerede yanlış yapıyorum?’ sorusunu sormalı ve bunun cevabını aramalıdır.
Bir anne, yana yakıla anlatıyordu: “Ah, Efendim! Benim çocuğum kötü arkadaşlarının kurbanı oldu. Gül gibi bir çocuktu. Derslerinde çok başarılıydı. Sözümden dışarı çıkmazdı. Bir gün, ‘Aradaşlarımın bilgisayarı var; bana da bir bilgisayar alın.” dedi. ‘Durumumuz şimdi müsait değil; paramız olunca alırız.’ dedim. Zamanla çocuğun huyu değişti. ‘Arkadaşlarla ders çalışacağım.’ diyerek sık sık benden izin almaya başladı. Verdiğim harçlığı az buluyor; daha fazla istiyordu. Birkaç defa çantamdan habersiz para alınca şüphelendim; kendisine sezdirmeden takip ettim. Meğer, ders çalışmaya gidiyorum bahanesiyle evden çıkıp atari salonuna gidiyormuş. Çocuğum hiç yalan söylemezdi. O kadar üzüldüm ki, anlatamam. Babası akşam eve gelince durumu anlattım. Çocuğu tekrar eve bağlamak için bir bilgisayar almaya karar verdik. Kötü arkadaşlarıyla ilişkisini keseceğine ve atari salonuna gitmeyeceğine dair söz verdiği taktirde kendisine bir bilgisayar alacağımızı söyledik. Özür diledi, söz verdi...
Hikayenin devamını tahmin ettiğim için anneye sordum:
–Bilgisayar aldığınız halde, o yine evden kaçmaya ve arkadaşlarıyla buluşup atari salonuna gitmeye devam etti; değil mi?
Anne, şaşkın bakışlarla;
–Evet... dedi; nasıl bildiniz?
–Bakın, hanımefendi; dedim. Eskilerin bir sözü vardır: “Gönül ne kahve ister ne kahvehane; gönül ahbap ister kahve bahane.” Kahvehanelerin önünden geçerken bir bakın içeriye. onlarca insan, sigara dumanına ve gürültüye aldırmadan saatlerce oyunlarına ve sohbetlerine devam ederler. Bu insanların çoğu evli, çoluk çocuk sahibi. Evlerinde olmaları gerekirken, burada ne işleri var? Olay basit. Evlerinde bulamadıkları muhabbeti ve huzuru burada buluyorlar da ondan.
Aynı şey çocuğunuz için de geçerli. Bilgisayar ve atari bahane. Çocuğunuz evinde huzurlu değil. Atari salonu ona daha çekici geliyor. Sizden bulamadığı yakınlığı arkadaşlarından buluyor. Siz, onlara, ‘kötü arkadaş’ diyorsunuz ama çocuğunuz öyle düşümüyor. Sizi üzme pahasına onlarla görüşmeye devam ediyor.
Aileyi inceledikten sonra olay daha da açıklık kazandı. Çocuktan önce, anne babayı bilgilendirmemiz gerekiyordu. Çünkü, baskıcı bir anne baba vardı. Evde çocuğa söz hakkı verilmiyordu. Çocuğun kişiliği gelişmemişti. Onun adına her şeye anne baba karar veriyordu. Anne baba yanlış yaptıklarının farkında değildi. Kendilerine bunu hatırlattığımızda; “Aa biz onun için doğru olanını yapıyoruz.” savunmasıyla karşılaştık. Maalesef, çoğu anne babalar yanlış yaptıklarını ancak çocuk ergenlik çağına girince anlıyorlar. Olayımızda, annenin, “Gül gibi bir çocuğum vardı.” sözleri bu gerçeği çok güzel ifade ediyordu.
Çocuklarımız Neden Başarısız 2
Ali Çankırılı
Aileler Köle Zihinli Çocuklar Yetiştiriyor
Bir Öğretmen arkadaşımız anlattı. “Okulların açıldığı gün bir anne elinden tuttuğu çocuğu ile birlikte sınıfa girdi. Benim içeride olduğuma aldırış etmeksizin ön sırada oturan bir çocuğu kaldırdı; yerine kendi çocuğunu oturttu. Sonra bana döndü, ‘Çocuğumu buradan kaldırmayın; ön sırada otursun.’ dedi. Ağzım bir karış açık kaldı. ‘Çocuk’ dediği ortaokul üçüncü sınıf öğrencisiydi...” Bu olayın tamamını ve yorumumuzu başka sayımızda vermeye çalışacağız.
Ailelerimiz, farkında olmadan köle zihinli çocuklar yetiştiriyorlar. Köle zihinlerin kendilerine güveni olmadığı gibi; kişilik de kazanamazlar. kendi başlarına bir karar veremez; yeni bir şey üretemezler. Çünkü; neyi, nasıl ve ne zaman yapacaklarına hep anne-baba karar vermekte; çocuk sadece verilen emre uymaktadır. Dikta ve militarist rejimlerde insanlar düşünmeyi unutur, zihin tembeli olurlar.
Konuyu sosyolojik açıdan ele aldığımızda, devlet modelimizle aile modelimizin paralellik arzettiğini görüyoruz. Devlet “Baba”dır. Baba ne derse o olur. Eğitim devlet babanın tekelindedir. Okullarda neyin, ne zaman ve nasıl okutulacağına milyonların adına ve milyonlara sormadan birkaç atanmış seçkin insan karar vermektedir.
Rahmetli Prof. Mümtaz Turhan Hoca’nın çok güzel bir tesbiti vardı: “Avrupalı gibi giyiniyor, Avrupalı gibi eğleniyor, Avrupalı gibi tüketiyoruz; ancak Avrupalı gibi düşünemiyoruz. Avrupalının ilmî zihniyetini kazanamadığımız için üretemiyor, buluş yapamıyoruz.”
Hayır, gençlerimiz saygısız değiller. Saygı istenilmez, verilir. Zoraki saygının hiçbir değeri yoktur. Bilgi ve düşünce yönünden bizden çok ilerideler. Daha serbest ve daha hür düşünüyorlar. Onlara yetişemediğimiz için, anlamakta zorluk çekiyoruz. Bizim dar kalıplarımıza girmedikleri için kızıyoruz. Çağımız, hür düşüncenin ve bilginin hâkim olduğu bir çağ. Çocuklarımız hızlı öğreniyorlar. “Multimedya” sayesinde bilgiye ulaşmak çok kolaylaştı. Ciltler dolusu bilgi bir CD’e sığıdırılıyor. İnternet, bütün bilgi kaynaklarını evlere kadar getirdi. Dünya bilgi çağını yaşıyor.
Ekonomik durumu çok iyi olan bir baba, çocuğuna en iyisinden bir bilgisayar aldığı halde, internete abone olmasına izin vermiyordu. Baba yakın bir aile dostumdu. Çocuk bana şikayete geldi. “Ali amca, dedi, babam internete abone olmamı istemiyor. Lütfen, kendisiyle konuşup ikna eder misin?” Babayla konuştuğumuzda çok ilginç bir sebep gösterdi. “İnternette çok kötü, ahlâk bozucu siteler ve muhabbet kanalları varmış; bu yüzden istemiyorum,” dedi. Doğrudur. Her sahanın korsanları ve fırsatçıları olduğu gibi; multimedyanın da fırsatçıları vardır. Gençlerin sırtından para kazanmak için akla gelmedik oyunlara baş vuruyorlar. Ancak, bu yüzden çocuklarımızı teknolojinin nimetlerinden mahrum edemeyiz. Çocuklarımıza baskı yapmadan iyiyi, doğruyu, güzeli anlatalım. Sevdiğimizi ve onlara değer verdiğimizi her fırsatta gösterelim. Yanlış yapmalarından korkmayalım. Eğer ellerine doğru ölçüler vermiş isek; bilgiyi seçerek alacaklar, yanlış yapmamaya dikkat edeceklerdir. Seçerek almak çok önemlidir. Hedefsiz ve ölçüsüz bilgi toplayan bir insanın, okullarımızda olduğu gibi aklı, kısa zamanda ilim çöplüğü haline gelir. Topladığı bilgilerin ne kişiye ne de topluma bir faydası dokunmaz.
Güdümlü Kişilikte Sorumluluk
ve Hür Düşünme Gelişmez
“Deneme yanılma” iyi bir öğrenme mekanizmasıdır. Kişi, ancak deneyerek kendi kabiliyetlerini keşfeder. Dehanın önündeki en büyük engel, müdahaledir. Devamlı müdahale ettiğiniz, neyi, nasıl ve ne zaman yapacağını siz empoze ettiğiniz zaman deha kendisini gösteremez. Deha, alışılmışın dışında yeni bir tarz geliştiren ve yeni bir görüş üreten yetenek demektir. Onun içindir ki; bütün yenilikleri ve buluşları dahilere borçluyuz.
Çocuklarınız neden ders çalışmaktan zevk almazlar bilir misiniz? Tepelerine dikilip siz ders yaptırdığınız için. “Daha dersini yapmadın mı?” dediğiniz için. “Ödevini yapmadan sokağa çıkamazsın!” dediğiniz için.
Çocuklar zayıf aldıkları zaman neden üzülmezler? Bir başka deyişle, neden iyi aldıkları zaman sevinmezler? Çünkü zayıf ve iyi notlar sizin için daha önemlidir de ondan. Bir öğretmen arkadaş anlattı: “Bir öğrencim takdir belgesi alırken hiç sevinmemişti. Sebebini sordum. Güldü. Annem sevinsin; ne diye ben sevineyim! dedi. Takdir belgesini eline alıp; kızım taktir aldı diye arkadaşlarına hava atacak...”
Her çocuğun başarısızlığı kendine özeldir. Bir başka deyişle, başarısızlığın sebebi çok çeşitlidir. Aileden kaynaklanabileceği gibi, okuldan da kaynaklanabilir. Suçu çocuğa yükleyerek, “bu çocuk tembel, bu çocuk sorumsuz!” diyerek problemi çözemeyiz. Hem çocuğu, hem ders konusunda onunla ilişki içinde olan kişileri (anneyi, babayı, kardeşlerini, arkadaşlarını, öğretmenlerini) incelememiz ve onların görüşlerine baş vurmamız gerekir. Başarısızlığın sebebi her zaman psikolojik değildir. Göz ve kulak rahatsızlığı gibi fizyolojik de olabilir. Bize getirilen bir olayda bütün ihtimaller üzerinde durur; problemin sebebini bulmaya çalışırız.
Çocuğun sıkıntılarını, endişelerini, korkularını, fobilerini ve bunların yansımaları olan davranış bozukluklarını bir buz dağına benzetirsek; başarısızlık sadece suyun üzerinde görünen kısmıdır. Çoğu anne babalar ve öğretmenler, sadece çocuğun başarısıyla ilgilenir; gerisini merak etmezler. Bize gelen anne babalar; “Bu çocuk ders çalışmıyor, bizi dinlemiyor; aman doktor buna bir çare bulun,” derler. Aileyi tanımak için soru sormaya başladığımız zaman da şaşırır; tepki gösterirler: “doktor, çocuğu inceleyesin, tembelliğine bir çare bulasın diye geldik; bizi hesaba çekesin diye değil!”
Bize getirilen çocukları ve ailelerini incelediğimiz zaman, çoğu kez, karşımıza çıkan gerçek şudur: Anne babalar çocuklarını yeterince tanımıyorlar. Çocuğun kendisine güveni yok, dış dünyadan kopmuş, içine kapanmış, hayal âleminde yaşıyor. Ancak anne baba bundan memnun; “Çocuğumuz çok efendi, çok sakindir, karıncayı incitmez. Tek şikayetimiz yeterince ders çalışmaması,” derler. Üstün zekâlı, hareketli, okuldaki eğitimi yetersiz, verilen ödevleri saçma ve sıkıcı bulan bir çocuk da ailede şikayet konusu olabiliyor. “Bu çocuk çok yaramaz; ders çalışmıyor, her şeye itiraz ediyor,” derler.
Başta aile olmak üzere bütün eğitim kurumlarında bilgi çağına ve hür düşünceye uygun yeni bir anlayışa ihtiyaç vardır. Eski “buyurgan ve dayatmacı” zihniyetle gelişmemiz mümkün değildir. Emirlerle yönetilen bir sistemde tartışma ve eleştiri yoktur. Tartışma ve eleştiriye kapalı olan sistemlerde (Eskiden Demir Perde ülkelerinde olduğu gibi) hem teknolojide hem de fikir plânında yeni şeyler üretilemez. Çünkü toplum adına ve bütün kurumlar adına elit bir tabaka düşünmektedir. Niyetimiz rejim tartışması açmak değildir. O siyaset adamlarının işidir. Biz, eğitimci olarak, çocuklarımızın önündeki engelleri açmak istiyoruz. Çocuklarımızı başarısız duruma düşüren olumsuz şartları dile getiriyoruz.
Eğitim ailede başladığına göre, bu iş yine aileye kalıyor. Değişim ailede başlarsa ancak başarılı olur. Her şeyi devletten bekleme anlayışı ile hareket edersek yerimizde saymaya devam ederiz.
Kötü Çocuk Yoktur
Ali Çankırılı
Bu kitapta, çocuk eğitimine dair çok sorulan bazı soruları ve yaşanmış örnekler ışığında verilen cevapları bulacaksınız. Kitabın amacı, size çocuk ruh sağlığı hakkında bilgi vermek; bir davranış bozukluğunun ilk işaretleri ortaya çıktığında, davranışı tetikleyen olayı veya sebepleri bulmanıza yardımcı olabilmektir. Umarız her şey yolunda gider, gitmediğinde de, bu kitap imdadınıza yetişir... (Arka Kapak'tan)[ Sipariş Vermek İçin TIKLAYINIZ: http://www.zafer.com/productDetail.aspx?lngProductID=134 ]
MEDENÎ insanla bedevî insanı birbirinden ayıran en belirgin özellik eğitimdir. İlk ve temel eğitim kurumu da ailedir. Aileden koparılan bir çocuk, en modern kurumlarda ve en iyi şartlarda bakılıp beslense dahi, ruhsal yönden tam gelişemez. Yetişkin yaşa geldiğinde eş seçmede ve mutlu bir aile oluşturmada başarısızlığa uğrar. Çünkü hafızasında model alacağı bir anne ve baba figürü yoktur. Mutsuz bir ailede yetişen çocuk da bundan farklı değildir. Onun da hafızasında ve şuuraltında kötü bir anne ve baba modeli vardır.
Bize gelen vak’aları ve yaptığımız araştırmaları biraraya topladığımızda, aşırı koruyucu ve müdahaleci ailelerde yetişen çocukların kendilerine yabancılaştıklarını görüyoruz. Koruyucu ve müdahaleci aile tutumunda, çocukların ne düşündüğü ve ne hissettiği önemli değildir; ne düşünmeleri ve ne hissetmeleri gerektiği önemlidir. Korktuğu yerde korkmaması, ağladığı yerde ağlamaması, kızdığı yerde kızmaması gerektiği kendisine söylenir ve telkin edilir. Böylece, çocuk, duygularını ifade etme yerine bastırmayı öğrenir. Duyguları devamlı bastırılan bir çocuk zamanla kendine yabancılaşır. Canı sıkılır, ama niçin canı sıkıldığını söyleyemez. Huzursuz ve tedirgindir, ama niçin huzursuz olduğunu bilemez.
Yatılı, özel bir kolejde okuyan, karnesi zayıflarla dolu, ders çalışmaktan nefret eden bir öğrencim vardı. Çoğu hocalar, “Bu çocuk okumaz” diye ondan ümidi kesmişlerdi. Sessiz, karınca incitmekten çekinen, ürkek bir gençti. Kendisini terapiye almak için odama çağırdım. “Zeki bir çocuğa benziyorsun, ama karnen zayıflarla dolu, niçin ders çalışmıyorsun?” dedim. “Bilmem” dedi, “canım hiç ders çalışmak istemiyor. Herşey sıkıcı geliyor. Yaşamak bile sıkıcı geliyor. Bazen intihar edip bütün bu sıkıntılardan kurtulmak istiyorum...”
AĞIR bir psikonevroz geçiren bu çocuğa, “Aileni özlemişsindir, istersen sana bir hafta izin verelim” dedim. Ağlamaya başladı. “Ne yüzle gideyim?” dedi, “Ailemin bütün beklentilerini boşa çıkardım. Ben işe yaramaz, geri zekâlının biriyim. Babam bir maden işçisi, maaşının yarıdan fazlası okul masraflarıma gidiyor.” Çocuk konuştukça problem açığa çıkıyordu. Baba, çocuğun okul başarısına şartlanmış; ne pahasına olursa olsun okumasını istiyor, onun için yaptığı fedakârlıkları sayıyor, bunların karşılığını veremediğini söylüyordu. Çocuk babayı dinledikçe büyük bir aşağılık duygusuna kapılıyor, özgüvenini yitiriyordu.
Bu çocuk, kendisine yabancılaşmış bir çocuktu. Küçük yaşta yatılı okula verilmiş, kendisinden başarılı bir öğrenci olması istenmişti. İlk günlerde evini, anne babasını ve kardeşini özlemiş, ancak önüne konan ‘başarılı bir öğrenci olma ideali’ için duygularını açığa vurmaktan çekinmişti. Geceleri, yorganı başının üzerine çekip gizli gizli ağlıyordu. Aileden uzak kalmanın verdiği sıkıntı (anksiyete), uyku ve sindirim bozukluğuna yol açmıştı. Sınıfta ve etütlerde hep hayal kuruyor, kendisini derslerine veremiyordu. Sınavları başarısız geçiyordu. Babası, zayıflarını düzeltmedikçe eve gelmemesini söylüyordu. Ancak zayıflar da bir türlü düzelmiyordu.
Çocuk zamanla kendisine olan güvenini yitirmiş, geri zekâlı bir öğrenci olduğuna inanmıştı. Biz buna psikolojide ‘öğretilmiş acizlik’ diyoruz. Duygularını rahatça ifade edemeyen bir çocuğa, başarısızlığın sebeplerini araştırmadan, “Sen laftan anlamayan, sorumsuz, aptal bir çocuksun” dedikçe, kendisinin aptal biri olduğuna inanmaya başlar. Yenilgiyi kabul eder. Yarıştan çekilir. Bu öğrencim de, normal bir zekâya sahip olduğu halde, kendisine öğretilen acizlik yüzünden yenilgiyi kabul etmişti. Zayıflarını düzeltmek için hiçbir gayret göstermiyordu.
BAŞARISIZ VEMUTSUZÇOCUKLAR
BİZİMESERİMİZ
Anne Baba Okulu’nda ders verdiğim sıralarda bir anne söz isteyip şöyle demişti: “Hocam, sizi dinledikçe kendi kendime çocuklarıma iyi davranacağıma ve onları dinleyeceğime söz veriyorum. Ancak sabrım kısa zamanda tükeniyor, yine eskisi gibi davranıyorum. Bunun sebebi nedir, istediğim halde neden iyi bir anne olamıyorum?” Bu hanımın sorusuna verilecek cevap çok basitti. Annesi tarafından böyle yetiştirilmişti. Onu yönlendiren şuuraltındaki ‘anne modeli,’ kendisini yetiştiren anneden başkası değildi. Çocuklarına karşı davranışlarında annesini taklit ediyordu.
Geçenlerde bir aile dostum beni aradı. Altı yaşına girmiş olan kızını okula yazdırdığını, ancak çocuğun sınıfta öğretmeni dinlemediğini, verilen ödevleri yapmadığını, basit fişleri dahi aklında tutamadığını söylüyor, ne yapması gerektiği konusunda yardım istiyordu. Dostuma sabretmesini, çocuğa baskı yapmamasını, baskının zamanla okul fobisine yol açacağını söyledim. Öğretmeniyle görüşmesini, çocuğun neden okulunu sevmediğini ortaya çıkarmak için gerekirse bir psikologdan yardım almasını tavsiye ettim.
Çocuklar aslında çok iyi niyetli, yeni şeyler öğrenmekte hevesli, başarısızlığın ne olduğunu bilmeyen, girişimci bir kişiliğe sahiptir. Çocuk, yürümeye ve konuşmaya başladığı andan itibaren, kendisini keşfetmek için denemelere girişir. Suyunu bardaktan kendisi içmek, yemeğini kaşıkla kendisi yemek, elbisesini kendisi giymek, düğmelerini kendisi iliklemek ister. Ancak titiz anneler çocuğun bu girişimlerine engel olur. “Sen daha küçüksün, bırak ben içireyim, ben yedireyim, ben giydireyim” der. Çocuk, annenin engellemeleri ve yönlendirmeleri yüzünden en etkili öğrenme aracı olan ‘deneme-yanılma’ girişimlerinde bulunamaz. Çoğu anne babalardan şu sözleri duyarsınız: “Koşma düşersin, yere oturma üstünü kirletirsin, toprakla oynama mikrop kaparsın, atlama bir yerini incitirsin, bırak onu elinden düşüreceksin...” Dehanın önündeki en büyük engel, müdahale ve yönlendirmedir. Devamlı olarak neyi nasıl yapacağını siz söylediğiniz sürece, deha kendisini gösteremez.
Çocuğa başarısızlık korkusunu biz büyükler aşılarız. Ödevini yapmadığı zaman biz huzursuz oluruz; zayıf aldığı zaman biz üzülür, iyi not aldığı zaman biz seviniriz. Çocuk, kendisi için değil, bizi mutlu etmek ve sevgimizi kazanmak için ders çalışır, takdir belgesi alır. Lise son sınıfta çok çalışan bir öğrencime ne olmak istediğini sordum. “Doktor olmak istiyorum” dedi. “Neden, tıbbı çok mu seviyorsun?” dedim. Güldü. “Bilmiyorum hocam,” dedi ve devam etti: “İki sene önce halamın oğlu tıp fakültesini kazanınca babamın gözündeki o ışıltıyı görmeliydiniz. Bana döndü, oğlum dedi, senin de bir gün tıp fakültesini kazandığını görecek miyim? Babamın gözündeki o ışıltıyı görmek için tıp fakültesini kazanmak istiyorum.” Diyeceksiniz ki, “Bunun neresi yanlış?” Yanlış şurada: Çocuk kendisi için değil, babasını mutlu etmek için çalışıyor. İleride onun işini seven başarılı bir doktor olacağı şüphelidir. Baba, çocuğunda tıp yeteneği olup olmadığını bilmeden onun doktor olmasını istiyor. Çocuk da yeteneklerinin farkında değil. Tıbbın ilgi alanına girip girmediğini bilmiyor. Tek hedefi, babasını mutlu etmek.
ÇOCUKAİLENİNAYNASIDIR
Psikoloji bilen bir öğretmen, sınıfındaki öğrencileri gözlemleyerek aileleri hakkında doğruya yakın bir kanaat edinebilir. Okulların açıldığı ilk gün, ön sıraları kız çocuklarına ayırmak istedim. Ön sırada oturan erkek öğrencilerden biri yerinden kalkmak istemedi. “Ben burada oturmak istiyorum, kızlar arkaya otursun” dedi. İşte size ailede şımartılmış, kuralları kendisi koyan bir çocuk. Ailede her isteği yerine getirilen şımartılmış çocuklar toplum kurallarına uymakta zorlanır. Başkalarından da her isteğinin yerine getirilmesini bekler.
Baskı ve dayakla sindirilen çocuklar da sınıfta kendisini hemen belli eder. Güzel sözden anlamaz. Sus dersiniz susmaz, dur dersiniz durmaz. Çünkü evde bağırmayla, azarlamayla ve dayakla susturulan bir çocuktur. Lise ikinci sınıfta güzel sözden anlamayan, sınıfın düzenini bozmaktan zevk alan böyle bir öğrencim vardı. Babasıyla görüştüğümüzde, “Hocam,” dedi, “o güzel sözden anlamaz, arada bir dayakla hizaya getirmen gerekir.”
Arkada oturmayı tercih eden, soru sorduğunuzda parmak kaldırmayan, kendisine güveni olmayan silik öğrenciler çoktur. Bunlar, ailede devamlı eleştirilen, beceriksizlikleri yüzlerine vurulan, öğrenilmiş acizliğin kurbanı çocuklardır. Bir şey sorduğunuzda yanlış cevap verme korkusuyla yüzü kızarır, kısık sesle lafı ağzında geveler, ne dediği anlaşılmaz. En basit şeyleri bile sorma gereği duyar, kendi başına karar veremez, ne yapması gerektiğini sizin söylemenizi bekler.
Aşırı sevgi ve koruma ile “el bebek gül bebek” yetiştirilmiş, evinden dışarı çıkmamış, sokakta oynamamış çocuklar ayrı bir problemdir. Okula alışamaz, evini, kardeşlerini, anne ve babasını özler. Aynı sevgiyi ve ilgiyi öğretmeninden de bekler. Küçük bir azarlama kalbinin kırılmasına yeter. Özel bir koleje yatılı verilmiş böyle bir öğrencim vardı. Okulun ilk günlerinde, her tenefüste annesine telefon ediyor, “Seni özledim anneciğim” diyor, gözyaşları döküyordu. Sınıfta, dersin ortasında titreyerek dışarı çıkmak için izin istiyordu. Niçin dışarı çıkmak istediğini sorduğumda, kulağıma, “Anneme telefon edeceğim” diyordu. Anneyle konuştuğum zaman gerçek ortaya çıktı. O da evlat hasreti çekiyor, ayrılığına dayanamıyordu. Çocuğu kendisine bağımlı yetiştirdiğinin farkında değildi. Çocuk telefon edince, “Oğlum, ben de seni çok özledim” deyip ağlıyordu. Bir hafta sonra çocukta psikosomatik belirtiler ortaya çıkmaya başladı; çocuk baş ve karın ağrılarından şikayet ediyordu. Aile çocuğunu tanımadan yatılı bir okula vermişti. Bu şartlar altında çocuktan okul başarısı beklemek hayaldi.
İDEAL EĞİTİMDE ANNE BABA TUTUMU
Derslerimde ve konferanslarımda eğitim problemlerini anlattığım zaman, anne babalar haklı olarak soruyorlar: “Peki hocam, çözümünüz nedir? Aşırı sevgi göstermeyelim, derslerine karışmayalım, eleştirmeyelim, baskı yapmayalım. Kendi haline mi bırakalım? Çocuk kendi başına doğruyu nasıl bulacak?”
Çocuk eğitiminde sözlerden çok davranışlar önemlidir. Oyun ve taklit, çocuğun en güçlü öğrenme mekanizmasıdır. Çocuk, bizleri taklit ederek bir kişilik kazanmaya çalışır.
Çocuk duygularını saklamayı ve ikiyüzlülüğü bizden öğrenir. Kızarız, ama kızdığımızı belli etmemeye çalışırız. Severiz, ama şımarmasın diye sevgimizi göstermeyiz. Çocuğu eleştiririz, ama onun bizi eleştirmesine izin vermeyiz. Bir yanlış yaptığında bizden özür dilemesini isteriz, ama biz ondan özür dilemeyiz. Biz bağırırız, ama çocuğun bağırmasını ayıp sayarız. Yalan söyleriz, ama çocuğumuzun yalanını yakaladığımız zaman çok kızarız. Çocuk adına herşeye biz karar veririz, ona sorma gereği duymayız. Kendi zevklerimize göre giydirir, oyuncağını bile biz seçeriz. Sözümüzden dışarı çıkmayan bir çocuk isteriz. “Hayır!” diyen çocuğu sevmeyiz.
Ailenin sosyal bir kurum olduğunu söylemiştik. Her kurumda olduğu gibi ailede de geleneklerin belirlediği bir hiyerarşik düzen ve uyulması gereken kurallar vardır. Aile büyüklerinin, anne babanın ve çocukların aile içindeki rolleri ve sorumluluk alanları bellidir. Kurallar ailenin huzuru ve mutluluğu için vardır. Karşılıklı sevgi ve saygı içinde herkes üzerine düşeni yapmak zorundadır. Birinin görevini ihmal etmesi, aile huzurunu bozar. Maaşını aldığı gün evine geleceği yerde kumarhaneye veya meyhaneye giden bir baba sorumluluğunu yerine getirmemiş olur. “Parayı ben kazanıyorum, dilediğim gibi harcarım” demeye hakkı yoktur. Bir kadın akşama kadar komşu gezmelerinde, günlerde, çay partilerinde zaman öldürür, baba ve çocuklar akşam eve geldiklerinde sıcak bir yemek bulamazlarsa, o kadın annelik sorumluluğunu yerine getirmemiş olur. Çocuk eğitimi öncelikle anne ve babanın sorumluluğundadır. Çocuk eğitimine fazla müdahale eden, ev düzenine karışan aile büyükleri, yetki alanlarını aşmış, anne babanın işini zorlaştırmış olur. Böyle bir ailede, sorumluluklarını bilen, başarılı çocukların yetişmesi beklenemez.
Ailede değer verilen, sevilen ve aranan bir çocuk, kendisini güvende hisseder. Bu güveni yitirmemek için isteyerek ve içinden gelerek kurallara uyar, kendisine düşen sorumlulukları yerine getirir. Böyle bir çocuğa ders çalışmasını hatırlatmaya gerek yoktur. Mutlu bir ailede diyalog vardır. Çocuk sevincini, üzüntüsünü, endişesini ve korkusunu dile getirdiği gibi, kızgınlığını da ifade etmekten çekinmez.
Bir konferansımda dinleyicilerime dedim ki: “İlkokula giden bir çocuğunuz var, bir gün eve üzüntülü geldi. Çantasını bir kenara fırlatıp, ‘Öğretmenimi sevmiyorum’ diye bağırdı. Ne yaparsınız?” Okuyucularıma da aynı soruyu soruyorum: “Siz anne veya baba olsanız ne yaparsınız?” Bir dinleyicimin dediği gibi, siz de, “Öğretmenini niçin sevmediğini sorarım,” diyeceksiniz. Peki, “Öğretmenim kulağımı çekti, bana bağırdı” dese, konuşmayı nasıl sürdürürsünüz?” Dinleyicilerimden aldığım cevapların özeti şuydu: “Öğretmenin kulağını neden çekti? Kimbilir öğretmenini kızdıracak ne yaptın?”
Eğer sizin de cevabınız bunlardan farklı değilse, diyalogu sürdüremeyeceksiniz demektir. Çocuk, duygularını anlamadığınız için, sizinle konuşmaya devam etmeyecektir. O sizden nasihat istemiyor, duygularını ve gönül kırıklığını anlamanızı, yani empati yapmanızı bekliyor. Bir dinleyicim, “Çocuğa hak verirsek öğretmeni eleştirmiş olmaz mıyız?” dedi. “Hayır, dedim, çocuğu dinlemekle ona hak vermiş olmuyorsunuz. Empatide kendinizi çocuğun yerine koyup onun duygularını anlamaya çalışıyorsunuz. Haklı veya haksız olduğunu söylemiyorsunuz.”
Burada, çocuğun duygularını anlamaya çalışırken, suçlayıcı veya eleştirici bir dil kullanmadan doğruyu bulmasına yardımcı oluyorsunuz. Çocuk, duygularından dolayı suçlanmadığı için, çekinmeden her sıkıntısını size açabilecektir. Çözemediği bir problemle karşılaştığı zaman, dürüstlükle gelip sizden yardım isteyecektir. Duygularını rahatlıkla ifade edebilen bir çocuk, zamanla başkalarının duygularını da anlamayı ve onlarla iyi geçinmeyi öğrenecektir.
Okul başarısının ölçüsü nedir? Karne notları mı, aldığı takdir belgeleri mi? Hayır. Başarının ölçüsü, çocuğun elinden geleni yapıyor olmasıdır. Eğer elinden geleni yapıyor, kendisiyle barışık, ailesiyle ve arkadaşlarıyla geçimli, ruh sağlığı yerinde bir çocuk ise görevini yapmış demektir. Zekâ seviyesi, zekâ çeşitleri, yetenekler, ilgi alanları her çocukta farklıdır. Çocuktan zekâsının ve yeteneğinin üzerinde başarı bekleyen bir anne veya baba, ona haksızlık yapmış olur. Çoğu anne babalar çocuklarını yeterince tanımadığı için beklentilerinde gerçekçi olamamakta, önlerine yüksek hedefler koyarak başarısız duruma düşmelerine sebep olmaktadır.
Eğer bu makaleden bir sonuç çıkarmamız gerekirse, şöyle diyebiliriz: Kötü çocuk yoktur, kötü eğitilmiş çocuk vardır. Başarısız çocuk yoktur, önüne aşamayacağı hedefler konarak başarısız duruma düşürülmüş çocuk vardır. Sorumsuz çocuk yoktur, sorumlulukları elinden alınmış, duyguları bastırılmış, kendine yabancılaşmış, güdümlü çocuklar vardır.
-->
Hiçbir işimiz annelik ve babalık sorumluluğundan daha önemli olamaz. İşler bekleyebilir, çocuk eğitimi beklemez. Eksik kalan bir işimizi sonradan tamamlayabiliriz, ancak eksik kalan çocuk eğitimini sonradan tamamlamak mümkün değildir.Çocuğa yapılan yatırımdan daha karlı bir yatırım yoktur. Bu zevkil yatırımda size yardımcı olmak için Zafer Dergisi'nde çocuk eğitimi ve psikolojisi alanında yayımlanan makaleleri bu kitapta toplandı.[ Sipariş Vermek İçin TIKLAYINIZ: http://www.zafer.com/productDetail.aspx?lngProd
ÇOCUKLAR NEDEN YALAN SÖYLER
Ali Çankırılı
ÇOCUKLAR NEDEN YALAN SÖYLER
ALİ ÇANKIRILI
Bize bir anne geldi. “Doktor, dedi, oğlum sık sık yalan söylüyor. Yaşadığını söylediği hikâyeler uyduruyor. Ailece yalandan nefret ederiz. Çocuğuma yalan söylediğimizi hiç hatırlamıyorum. Bu durum beni çok üzüyor. Defalarca yalanın kötü bir şey olduğunu söylediğim halde vaz geçiremedim. Size gelmekten başka çarem kalmadı.”
Anneyi dinledikten, çocuk ve aile hakkında birkaç soru sorduktan sonra konu anlaşıldı. Tebessüm ederek, “Boşuna telaşlanmışsınız, ortada yalan diye bir şey yok, çocuğunuzun davranışları gayet normal,” dedim.
Anne rahatlayacağı yerde iyice telaşlandı:
–Nasıl olur, söylediklerinin yalan olduğununu ben biliyorum. Hatta, bir defasında, sıkıştırdığım zaman “Yalan söylemiyorum, sen de vardın, beraber otobüse bindik,” dedi.
Bu son sözler üzerine olay iyice aydınlanmıştı.
–Boşuna telaşlanmışsınız, dedim, olay gayet basit. Çocuk size rüyasını anlatmış.
Anneye gerekli açıklamaları yaptıktan ve örnekler verdikten sonra ancak ikna edebildim. Yalan söylediğinden yakındığı oğlu, üç buçuk yaşındaydı ve ilk çocuğuydu. Anne olaya yetişkin gözüyle baktığı için yanılıyordu. Ona göre, olmamış bir olayı olmuş gibi anlatmak ve kendisini olayın kahramanı olarak göstermek yalancılıktı. Annenin verdiği bilgiye göre, çocuğun yalan söylemesi için bir sebep yoktu. Anne ve baba çocuklarını seviyor, ona değer veriyor, yeterince zaman ayırıyorlardı. Aşağıda anlatacağımız gibi, çocuğu yalan söylemeye iten çeşitli sebepler vardır. Bunların başında “güvensizlik duygusu” gelir. Sevildiğinden ve kendisine değer verildiğinden emin olmayan çocuk, kendisinin merkezinde olduğu hikâyeler uydurarak dikkat çekmek ve güven kazanmak ister. Ancak, burada yine amacı yalan söylemek değildir. Vakamızdaki çocuğa gelince, teşhisimize göre, çocuk anneye ve babaya gördüğü rüyaları anlatmaktadır. Dört yaşına kadar çocuklarda benmerkezci (egosantrik) bir kişilik hâkimdir. Eşyaya ve olaylara kendi gözleriyle bakarlar. Dünyanın merkezinde kendileri vardır. Canlı-cansız ayırımı yapamazlar. Kendileri canlı olduğuna göre, her şey canlıdır. Bindiği oyuncak at ile gerçek at arasında fark yoktur. Onunla canlıymış gibi konuşur. Bu yaştaki çocuklar, rüya ile gerçek dünya arasında ayırım yapamazlar. Rüyayı yaşanmış olarak algılarlar. Vakamızda “yalan söylemiyorum, sen de vardın, beraber otobüse bindik,” sözlerinden bunu anlıyoruz. Eğer anne çocuk gelişimi ve psikolojisi hakkında bilgi sahibi olsaydı bize gelmesine gerek kalmaz, olayı kolayca çözerdi.
Yalan söylemek bir
davranış bozukluğudur
Beş yaş ve üzerindeki çocuklarda “yalan” bir davranış bozukluğu olarak değerlendirilir. Eğer buna tırnak yemek, altını ıslatmak, kekemelik, tik, inatçılık, tembellik, saldırganlık, korkaklık, içe kapanıklık gibi bir veya birkaç davranış bozukluğu da eşlik ediyorsa durum ciddi demektir.
Gelişmiş elektronik cihazlarda, her biri farklı görevler yapan yüzlerce devre vardır. Bu devrelerden biri arıza yaptığı zaman devreye bağlı bir uyarı sinyali harekete geçerek kullanıcıyı uyarır. Bilgisayar kullananlar bunu çok iyi bilirler. Arıza giderilmediği ve çalışmaya devam edildiği taktirde bilgisayar sağlıklı çalışmadığı gibi, zamanla daha ciddi arızalar ortaya çıkacaktır. Aynen bunun gibi, çocuklarda ortaya çıkan bir davranış bozukluğu farkedilmez veya ciddiye alınmazsa zamanla daha ağır bozukluklar buna eşlik edecek, tedavisi güç ruh sağlığı problemleri ortaya çıkacaktır. Anne babalar, çocuklarında gördükleri bir davranış bozukluğunu, ruh sağlığının tehlikede olduğunu haber veren bir uyarı sinyali anlamına geldiğini bilmeli, çocuğu suçlayarak veya baskı kurararak bunu gidermeye çalışmamalı, “Ben nerede yanlış yaptım?” sorusuna cevap arayarak olaya yaklaşmalıdır.
Çocuk yalan söylemeyi bizden öğrenir
Amerika’da çalıştığım okullarda çocukların yalan söylediklerine ve kopya çektiklerine hiç rastlamadım. Yine üzülerek ifade edeyim ki, Türkiye’de çalıştığım okullarda en dindar aile çocuklarının bile sıkıştıklarında yalan söylediklerine ve kopya çektiklerine çok rastladım. Neden Amerikalı çocuk yalan söylemez de Türk çocuğu yalan söyler? Sorunun cevabı gayet basit: Çocuk yalanı aileden öğrenmektedir. Belki doğrudan değil, ama dolaylı yoldan çocuğa yalanı biz öğretiyoruz. Telefona cevap vermeye giden çocuğuna, “Beni filanca sorarsa evde yok dersin,” diyen bir baba veya anne dolaylı yoldan çocuğa yalan söylemeyi öğretmektedir. Yine okul yıllarında nasıl kopya çektiğini, bulduğu yeni kopya çekme usulleriyle öğretmenini nasıl atlattığını övünerek anlatan bir baba çocuğunu kopya çekmeye ve kolay yoldan not almaya özendirmektedir.
Bayanlar arasında sık kullanılan “beyaz yalan” sözünü duymuşsunuzdur. Kimseye zararı olmayan yalana beyaz yalan denirmiş. Bir kimseye yalan söylemekle onu aldatmış olmuyor muyuz? Aldatmanın siyahı ve beyazı olur mu?
Çocuk ilgi çekmek için
yalan söyler
Yalan söyleyen çocuğun yaşına bakılır. Eğer beş yaşın altında ise, yalan söylemenin amacı kesinlikle aldatmak değildir. Yeterli sevgi alamayan veya gördüğü sevgiden emin olmayan, ilgi eksikliği yaşayan çocuklar dikkatleri kendi üzerlerine çekmek için hikaye uydururlar. Bu çocuklar, azarlanmak ve dayak yemek pahasına da olsa her çareye baş vururlar. Yaramazlık yapan ve yalan söyleyen çocukların amacı anne babayı kızdırmak ve çileden çıkarmak değildir. Ancak, yaramazlık yapmalarına rağmen, yeterli ilgiyi elde edemezler ve sevildiklerinden emin olamazlarsa saldırgan bir kişilik geliştirmeye başlarlar.
Çocuk güven kazanmak için yalan söyler
Ana okuluna ve ilköğretim okuluna devam eden çocuklarda sık görülen bir yalan türüdür. Eğer çocuk derslerinde başarılı değilse, okulda ve ailede tembelliği başa kakılıyor, horlanıyor, aptal yerine konuyorsa; bu çocukta telafisi zor bir aşağılık duygusu gelişmeye başlar. Kendini değersiz, aptal, işe yaramaz biri olarak görmeye başlar.
Hiçbir çocuk bilerek tembelliğe ve başarısızlığa razı olmaz. Onu başarısızlığa iten sebepler vardır. Mesela, hiperaktivite ve dikkat eksikliği bozukluğu olan bir çocuk, dikkatini uzun süre yoğun tutamayacağı için istese de fazla başarılı olamaz. Dikkati sık sık başka şeylere kaydığı için sınıfta anlatılanları aklında tutamaz. Sırasında rahat oturamaz. Öğretmenini ve arkadaşlarını rahatsız edecek davranışlarda bulunur. Ev ödevlerini gerektiği gibi yapamaz. Tembellik ve başarısızlık bu çocuğun suçu değildir. Tedavi edilmesi gerekir. Hiperaktif çocuklar, başarısızlıklarını örtmek ve güven kazanmak için yalan söyler.
Her insan gibi, çocuk da toplum tarafından beğenilmek ve taktir edilmek ister. Çocuk ilk beğeniyi anne ve babasından bekler. Sevilen, ailede adam yerine konan, değer verilen ve iyi davranışları taktir edilen, zekası normal bir çocuğun başarılı olması beklenir ve başarılı da olur. Derslerinde başarısız, arkadaşlarıyla geçimsiz, davranış bozuklukları olan ve sık yalan söyleyen bir çocuk bize getirildiği zaman; ilk iş olarak aileyi inceleriz. Beyinde arıza bırakacak bir hastalık geçirip geçirmediğini, doğumunun normal şartlar altında gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırırız.
Çocuk cezadan kaçmak için yalan söyler
Dürüstlüğü ve doğru sözlülüğü karşısında ceza gören bir çocuk, cezadan kaçmak için yalan söyleyebilir. Cezalandırma dayaktan ibaret değildir. Dayak en kötü disiplin aracıdır ve eğitime olumlu bir katkısı yoktur. Günah keçisi gibi devamlı suçlanan, kendisini savunmasına izin verilmeyen, başkalarıyla kıyaslanan çocuklar da bir anlamda cezalandırılmış demektir. Eğer sınavdan aldığı düşük notu söylediğinde azar işitir, “Yine mi zayıf aldın, bu notlar ne zaman düzelecek, ne zaman çalışmaya başlayacaksın?” suçlamalarıyla karşılaşırsa; bir sonraki zayıfını söyleme cesareti gösteremeyecek, yalana baş vuracaktır.
Yalan söyleyen çocuğun kendisine saygısı kalmaz, kendisinden utanır. Özgüvenden yoksundur. Yeteneklerinin ve sahip olduğu değerlerin farkında değildir. Kendisini değersiz ve işe yaramaz olarak görür.
Anne babalar, çocuklarının fizik sağlığı ile ilgilendikleri kadar ruh sağlıklarıyla da ilgilenmelidir. Ruh sağlığı bozulmuş bir çocuğun fiziksel ihtiyaçları fazlasıyla yerine getirilse bile hastalıklı bir kişilik geliştirecektir. Yüksek makamlara gelmesi, büyük paralar kazanması onu mutlu etmeye yetmeyecek, içinde hep ruhsal bir açlık hissedecektir.